|
||
Darbe ve demokrasi | ||
Kemal ANADOL | ||
Her orta düzey eğitim almış Türkiye Cumhuriyeti yurttaşının belleğinde taşıması gereken bilgileri bir kez daha yineleyelim... Magna Carta, M.S. 1215 tarihinde, İngiltere Kralı John ile, Papa ve Baronlar arasında imzalanan belgenin adıdır. Belgede kral, Baronlara karşı yetkilerinin bir kısmından feragat etmişti. Taşıdığı hükümler açısından hukukun üstünlüğü ilkesi ve demokrasinin ilk adımları olarak nitelenen Magna Carta insanlık tarihinde milât kadar önem taşımaktadır…
1215 yılından günümüze uzanan insan hakları, hukuk ve demokrasi savaşımı sonunda, aynen sızma zeytinyağı örneği, damla damla oluşan ve ortaya çıkan evrensel değerler artık metre, litre, kilo gibi somut biçimde ortaya çıkmışlardır. Bugün dünyada hiçbir ülkeye özgü demokrasi modeli yoktur. 1789 Büyük Fransız Devrimi sonunda açıklanan Fransız Yurttaş ve İnsan Hakları ile 1948 Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgeleri, 1950 Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve 1973 Helsinki Nihai Senedi sonunda çağdaş demokrasi uluslararası değerler sistemine ulaşmış, demokrasi tarifi ete kemiğe bürünmüştür. Artık demokrasi ile evrensel hukuk etle tırnak gibi bütünleşmişlerdir... Lâik olmayan bir toplumda demokrasinin filizlenip kök salması olası değildir. Bunlar çağdaş demokrasilerin tartışılmaz ilkeleridir.
***
Bunları niye yazıyorum? 1876 yılından bu yana uzun sayılacak parlamenter geçmişi olan ülkemiz, 16 Nisan 2017’de yapılan halk oylamasında %51,41 kabul oyuyla Cumhurbaşkanlığı Başkanlık Sistemine geçti. Yapılan itirazları “Atı alan Üsküdar’ı geçti” cümlesiyle karşılayan yeni Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın o günden bu yana sürdürdüğü iktidarında, dünyanın benimsediği evrensel değerler çarpıtılarak yeniden tarif edilmek ve uygulanmak istenmektedir. Somut örnekler vermek istiyorum. Evrensel hukukun en önemli ilkelerinden biri Hukuk Kurallarının Genelliğidir. Yani bir hukuk kuralı ülkenin sınırlarının tamamında ve herkese uygulanacaktır. Halk deyimi ile yurttaşlara lâyık görülen çifte standart işlemlerin olduğu bir ülkede demokrasiden söz açmak pek zordur. Sokakta maskesini yanlış taktığı için yurttaşına ceza yazan polis, AKP Genel Başkanının deyimiyle “lebalep dolu” kongrelere yaklaşamıyorsa o ülkedeki demokrasi eski deyimle nakiselidir!
Şimdi rejim ve demokrasimiz için çok tartışılan 103 Amiralin yayınladığı kimine göre bildiri, kimine göre duyuru, kimine göre açıklamaya (ki bunların hiçbiri yasalarımıza göre suç değildir) gelmek istiyorum. Anımsayacağınız gibi bir barış denizi olan Karadeniz’de sular ısınınca, Dışişleri Bakanlığımızdan emekli olan büyükelçi ve misyon şefleri bir bildiri yayınlayarak Çanakkale, Marmara Denizi ve İstanbul Boğazlarından geçişi düzenleyen 1936 tarihli Montrö Uluslararası Antlaşmasının özenle korunmasını ve tartışmaların dışında tutulmasını istediler. Kamuoyunda olumlu karşılanan metne karşı iktidar cenahından bir tepki gelmedi. Ancak, meslekleri, deneyim ve birikimleri gereği en iyi bildikleri Montrö konusunda ve ayrıca 15 Temmuz hain darbesiyle sonuçlanan, orduda cemaat, tarikat örgütlenmesine yönelik duyarlılıklarını ifade edince, 103 emekli Amiral bir anda “darbeci” suçlamasıyla karşılaştılar.
Cumhurbaşkanını izleyen onlarca kamu kuruluşunun açıklamaları peş peşe sıralandı. Daha da ilginci Yüksek Mahkemeler, Yargıtay ve Danıştay sözcüleri ihsası reyde bulunarak bu koroya katıldılar!
***
Şimdi soğukkanlılıkla hukukumuzda yerleşmiş “darbe” tarifi ve uygulamasına bakalım. Başbakanlığın 1991 yılında tekrar yayınladığı Türk Hukuk Lûgatı’nda “Darbe-i Hükümet” şöyle tanımlanıyor. “Bir memlekette siyasi kuvvetin tamamını kanunsuz vasıtalarla ve umumi surette silâh kuvvetiyle zabıt ve buna teşebbüs etmek.” Türk Dil Kurumu Sözlüğünde ise, “1-Vuruş, çarpış, 2-Bir ülkede zor kullanarak yönetimi devirme eylemi: Hükümet Darbesi” olarak tanımlanıyor. Özellikle 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde Sıkıyönetim mahkemeleriyle sivil mahkemeler bu konuda önemli kararlar vermişler, bu kararlar da Yargıtay ve Askerî Yargıtay’da defalarca incelenmişlerdir. Fazla ayrıntıya girmeden ceza hukukumuzda darbe tanımlaması ve unsurlarına bir göz atalım.
Bir eylemin darbe olabilmesi için gerekli koşullar gerekiyor. Birincisi, darbe yapmak amacıyla sanıklar arasında bir anlaşma ve iş birliği olması gerekir. İkincisi, bu kişiler bir hiyerarşik yapı, emir komuta zinciri oluşturmalıdırlar. Üçüncüsü, bu aşamada darbe suçunu işlemeye uygun elverişli vasıtalara yani tank, top, tüfek gibi silahlara sahip olmaları lâzımdır. Dördüncüsü de bu örgütlenmenin cebir ve şiddete başvurması icap eder.
Şimdi bu koşulları 103 emekli amiralin açıklamasına uygulayalım. Hepsi ayrı bir il veya ilçede, kişisel sağlık sorunlarıyla boğuşan, birbirlerinden ancak internet ortamında haberdar olan kişilerin darbe amacıyla örgüt oluşturdukları komik bir düşüncedir. Asker veya sivil olsun kamu görevlileri emekli oldukları gün mevcut her türlü hiyerarşi son bulur. Dünyada denizcilerin ve hele emeklilerin darbe yaptıkları görülmemiştir. İnsan haklarına aykırı olarak ordu evlerine bile sokulmayan emekli Amiraller beylik tabancaları dışında topu, tüfeği, tankı nereden bulacaklar? Elverişli vasıtalara sahip olmayanlar nasıl cebir ve şiddet kullanacaklar?
Tamamen hayale dayalı bu suçlamalara en iyi yanıtı Anayasamızın 26.maddesi veriyor: “Herkes düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar.”
Ama Anayasa ve Ceza Yasası ne derse desin medyadaki kadrolu kalemşorlar hemen yeni bir “darbe” tarifi oluşturma çabasına giriştiler. Maalesef hukukçu sıfatı taşıyan bir başka gurup da ekranlarda bu bildiriden “darbe” çıkarmak için ilginç zorlamalarda bulundular. Bazılarına göre darbe hastalığı genetik, hatta günümüz jargonunda virüstü! Emekli Amiraller 12 Eylül döneminde orduda görevli oldukları için bu virüs bünyelerine girmişti! Oysa muhteremler baltayı taşa vurduklarından habersizdiler. Meclis kürsüsünden “Fethullah Gülen bu memleketin yetiştirdiği değerli bir kıymettir” diye seslenen Grup Başkanvekilleriyle, Türkçe Olimpiyatlarında, en büyüğünden başlayarak yaşlı gözlerle Fethullah Gülen’in yurda dönmesini isteyen ve “Bitsin bu hasret” korosuna katılanların, hocanın elini öpmek için Pensilvanya’ya uçanların kanına giren virüsün 15 Temmuz hain darbesine yol açtığı çağrışımını hiç hesap etmiyorlardı.
Oysa, her olaydan bir darbe çıkarma ve sonunda mağduriyet oluşturma çabası gerçekte bu kavramın da dejenere edilmesine, ciddiyetini yitirmesine yol açıyor. Ülkemizdeki birkaç ceza hukuku otoritesinden biri olan Prof. Ersan Şen yazdığı makalede durumu açıklığa kavuşturuyor:
“Sırf ‘darbe’ olarak adlandırıldığı için, Hükümete karşı suçun işlendiği kabul edilemez ve bu fiilin varlığının karinesi sayılamaz. Ülkemizde ‘darbe’ kavramı o derece sulandırıldı ki, nerede ise her yıl Hükümete karşı darbe iddiası ile karşılaşıyoruz. İnsanın aklına ister istemez bu suçun siyasette kullanılıp kullanılmadığı yani siyasete alet edilip edilmediği sorusu geliyor. Sivil demokratik yaşamın devamı konusunda yaşanan endişe, kamu otoritesini kullananlarca hissedilen kaygı ve iktidarı sürdürme isteği, Ceza Hukukumuzun tayin ve tespit ettiği suç ve cezaların araç olarak kullanılmasını meşrulaştırmaz. (8 Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2015, Sayfa 101-105)”
***
Şimdi gelelim en çarpıcı örneğe. 2007 yılında Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresi doluyordu. Yerine yeni Cumhurbaşkanı seçilecekti. 27 Nisan günü yapılacak seçimle ilgili bir siyasal kriz ülkenin gündemine düşmüştü. Ana muhalefet partisi CHP, Anayasanın 102. Maddesine göre Cumhurbaşkanı seçiminin “TBMM üye sayısının üçte iki çoğunluğu ile ve gizli oyla” yapılacağı savını ileri sürüyordu. İktidar partisi AKP ile TBMM Başkanı Bülent Arınç ise salt çoğunluğun yeterli ve geçerli olduğunda ısrarlıydılar. 27 Nisan günü CHP Anayasadaki çoğunluğun sağlanmaması için Meclise girmedi. Buna karşın AKP, adayı Abdullah Gül’ü 357 oyla Cumhurbaşkanı seçmişti. Oysa Anayasaya göre Gül’ün en az 10 oy daha alması gerekiyordu. Yapılan seçim geçersizdi. CHP bu savla seçimden hemen sonra Anayasa Mahkemesine başvurmuştu. Kamuoyu merak ve heyecanla yüksek mahkemenin vereceği kararı bekliyordu. Ülkenin içine düştüğü bu gergin ortamda hem de gecenin yarısında, saat 23.17’de televizyonlar Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın verdiği e-muhtırayı yayınlıyorlardı:
“Cumhurbaşkanı adaylık süreci ile 23 Nisan öncesi yurdun birçok yöresinde lâiklik karşıtı ve din bezirgânlığı olarak nitelendirilen olayların vahim derecede olduğu ve bunun rejime meydan okuma olarak değerlendirilmesi gerektiği” yer alıyor, “Bununla birlikte Türk Silahlı Kuvvetlerinin yasalar ile kendine düşen görev ve yetkilerini kullanmaktan çekinmeyeceği” dile getiriliyordu.
Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın yayınladığı muhtıra sözcüğün tam anlamıyla “darbe” bildirisiydi. Nitekim AKP bunu ertesi günü siyasal malzeme olarak kullanmaya başlamıştı. 1 Mayıs 2007 günü Anayasa Mahkemesi Cumhurbaşkanı seçiminde 367 oyun şart olduğu gerekçesiyle CHP’nin başvurusunu kabul etmişti. Ama bu karar bile Genelkurmay Başkanının verdiği muhtıranın gölgesinde kalmıştı. 22 Temmuz 2007 günü yapılan erken seçimlerin tek gündem maddesi gece yarısı verilen e-muhtıraydı. AKP bol bol “darbe”, “vesayet” ve “halk iradesi” argümanlarını kullanıyordu. Seçimlerden büyük bir zaferle çıkmıştı. Sonuçta Genelkurmay Başkanı Büyükanıt verdiği muhtıra ile AKP’ye bu başarıyı hediye etmişti.
***
Gelelim olayın hukuksal durumuna. Uzun tartışmalara gerek yok. 28 Nisan e-muhtırası “darbeye teşebbüs” fiilinin tüm unsurlarını kapsıyor. AKP bu argümanı bugün bile kullanıyor. Ama darbeye teşebbüs eden asli faile yani Orgeneral Büyükanıt’a ülkedeki hiçbir Cumhuriyet Savcısı soruşturma başlatmadı, dava açmadı. Resmen muhtıra veren hem de ordunun en yüksek kademesindeki kişi yargılanmadı. Bugün 103 emekli Amiralin açıklamasına karşı re’sen (doğrudan) harekete geçen savcılar o zaman neredeydiler acaba?
Üstüne üstlük AKP 28 Nisan muhtırasını siyasal malzeme olarak alabildiğine kullanırken, muhtıranın failini de alabildiğince ödüllendirmiştir. FETÖ maşası savcı ve hakimler, Ergenekon, Balyoz, Casusuk, Poyrazköy, Oda TV davalarında özellikle emekli Amiralleri hukuk tanımaz kararlarıyla ağır cezalara mahkûm ederken, Bakanlar Kurulu, emekli Orgeneral Büyükanıt’ı en büyük sivil madalya olan “Şeref Madalyası” ile ödüllendirmişti. Eski genelkurmay başkanlarına zırhsız Laguna araç tahsis edilirken, Büyükanıt’a o günü parasıyla devlete bir trilyona mal olan Audi A8L lüks otomobil verilmişti. 4 ton ağırlığındaki zırhlı araca bomba tesir etmiyordu.
***
Bu yazıyı kaleme alırken, gazetelerde yürek burkutucu bir haber okudum. Mahkemenin il dışına çıkmamak koşuluyla serbest bıraktığı emekli Amirallere sanki ev hapsine mahkûm edilmişler gibi elektronik kelepçeler takılmaya başlanmış. Darbeye teşebbüs edene zırhlı araç, kamuoyuna duyuruda bulananlara elektronik kelepçe!
İyice anlaşılıyor ki, evrensel hukuk demokrasinin olmazsa olmazıdır. Genel hukuk kuralları ülkenin her yerinde ve herkese uygulanır. Döneme ve kişiye göre tatbik edilen hukukun demokratik bir rejimde yeri yoktur. Hukuk eğrilip bükülen bir nesne, mıncıklanacak bir çamur değildir!
“Ne kadar ekmek o kadar köfte” atasözünde olduğu gibi ne kadar hukuk o kadar demokrasi!
|
||
Etiketler: Darbe, ve, demokrasi, |
|
Bu modül kullanıcı tarafından yönetilir, ister kod girilir ister iframe ile içerik çekilir. Toplamda kullanıcı 5 modül ekleme hakkına sahiptir, bu modül dahil tüm sağdaki modüller manuel olarak sıralanabilir.